18 Kasım 2017 Cumartesi

Nasreddin Hoca fıkralarından mesajlar

Nasreddin Hoca, topluma ve toplum değerlerine bakışı ile bir sosyolog, insan ruhunun derinliklerine nüfuz edişi ile bir psikolog, dilimizde duygu ve inceliği nüktede buluşturması ile bir nüktedandır. Onu günümüze kadar getiren, sadece kendi kültürümüzde değil bütün dünyada yaşatan fıkralarıdır. Kıvrak bir zekânın ve keskin bir dehanın ürünü olan fıkralarda asıl konu insandır. Onun gülünç tarafları, yanlışları, nefsanî tutumları, zaafları, hataları, çaresizlikleri, tebessümleri, insanî ilişkileri mizahî çerçeveden ele alınır.
Hoca’nın fıkralarında amaç sadece güldürmek değil, gülerken düşündürmektir. Bu ince nokta fıkraların değerlendirilmesinde hareket noktasıdır. Hikâyelerindeki alaylı bir söylemin aksine o, nükteli sözleriyle insanların hatalarını fark etmesini ve bu hatalardan ders çıkartmalarını ister. Bununla beraber fıkraların doğru anlaşılıp yorumlanması için sadece Nasreddin Hoca’nın kişiliği, bilgi seviyesi değil, aynı zamanda yaşadığı ve fıkralarda anlatılan olayların geçtiği yer ve kişilerin özellikleri, o çevrenin hayat düzeni, değer yargıları -hoşgörü, alçakgönüllülük, dayanışma, yardımlaşma, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik gibi- da iyi bilinmelidir.
Fıkralar, sosyal yapı örneklerinden hareketle verilmiştir. Bununla birlikte Nasreddin Hoca’nın bizzat kendi yaşantısından bazı olgular sunması, bu değerlerin içselleştirilmesinde etkili olmuştur. Bu yaklaşım da fıkraların özgünlüğünü sağlamıştır.
Türk toplumuna bakıldığında dünyada değişen sosyal değerlere benzer bir değişimin yaşandığına tanık olunur. Günümüzde hemen hemen her yerde değişime uğramış sosyal değerler olduğu görülmektedir; fakat sosyal değerlerin Türklerin yaşamında ne kadar önemli olduğunu Nasreddin Hoca’nın fıkralarında görmek mümkündür. Yaşadığı devir aydınlarınca Hâce Nasreddin diye anılan Nasreddin Hoca, bir şahsiyettir. Acıkan, dert çeken, uman, isteyen, inanan ve sırasında inancıyla alay eden, efkârlanan, sonunda efkârını bir noktada boğan halktır, halk adamıdır, su katılmamış bir Anadolu insanıdır. Onun kimliğinde yaratıcı ve yaşatıcı halkı görmek mümkündür. Halk Hoca’dır, Hoca halktır.
Karısı, çocuğu, komşuları, Şakacı Akşehir delikanlıları, evine giren hırsızlar; zahmet veren dilenciler; ona akıl danışmaya gelen Akşehirliler; onun, halkı ellerinden kurtarmaya çalıştığı zalim Moğol emirleri ve başından geçen vaka’ların çoğunda rolü olan çilekeş boz eşeği ile asırların hayalinden ve neşesinden silinmeyen büyük bir zekâdır (Banarlı, 1987: 305).
Kendini ve insanlığı, hayatı ve dünyayı anlamış, iç dünyasında yorumlamış, düşünce ve duyularının potasında anlayışını, algılayışını ve yorumlarını bir sentez haline getirerek mizah ve nükteyle insanlara sunmuş bilge bir kişidir. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde o, herkesin akıl danıştığı bir hoca, bu mantıksal eleştirileriyle insanları güldürürken düşündüren bir mizah ustası, bireylere ve toplumlara yön vermeye çalışan uzlaştırıcı tutumuyla bir toplumun öncüsüdür. Hem hayatı hem de kişiliğiyle tarihî bir şahsiyet, hikmet sahibi mutedil bir ulu candır.
Nasreddin Hoca fıkraları, gülmece sanatının temel unsurlarıdır. Eğitici, düşündürücü özelliği her ne kadar ön planda olmasa da fıkralarda fark ettirmeden terbiye eden, hissettirmeden ders veren, ama belirgin bir Şekilde olgunlaştıran düşünsel bir öz vardır. Halkın mantığını, zekâsını, inancını, yasama Şeklini, kısacası duyup düşündüklerini anlatır. Düşünce, nüktenin içinde örtük bir haldedir ve her zaman yeniden ve açıkça ifade edilmeye ihtiyaç duyar. Bilgece bir düşüncenin sentezi ve derin bir bilginin eseri olan mizah ve fıkralar, Türk ruhunun neşeli yönünü oldukça iyi temsil eder. Dahası kin yerine sevgiyi, Şüphe yerine güveni, öfke yerine selim aklı, ümitsizlik yerine neşeyi ve ümidi öne çıkarır. Hatta Türk toplumunun kültürel kodlarının, baskın karakterinin bunlar olduğunu ima eder.
Fıkraların dünyası, insanın dünyasıdır. İnsanın doğası orada değişik boyutları, farklı özellikleri ile ortaya çıkar. Yoksulluktan eğitimsizliğe, yozlaşmadan siyasî istikrarsızlığa, rüşvetten adalet duygusunun zayıflamasına kadar gündelik hayatın sorunlarına eğilir. Bu yönüyle fıkralar, hep bugündür. Yaşanılan zamanın bir parçasıdır. Fıkralarda hiciv, nükte, istihza (ironi) bulunur; onun için herkes kendi zekâsına, alma, anlama, idrak gücüne göre Hocanın fıkralarının tadına varır.
Fıkraların, basit bir mizah aracı olmak yerine düşündürmeye yönlendiren bir özelliği bulunmasıdır. Fıkralarda yaşama ait hemen hemen ne varsa örneklendiği görülmüştür. Fıkraların bu verilen konuların doğal bir eğitim ve öğretim ortamı oluşturduğu sonucuna götürür. Sosyal değerlerle ilgili fıkralarda doğrudan öğüt vermek yerine yaşamdan hareketle dinleyiciye ya da okuyucuya değerlerin nasıl algılatılması gerektiği sezdirilmeye çalışılır. Nasreddin Hoca’nın bu önü, onun bir eğitimci olarak algılanmasına zemin hazırlar. Fıkralarda, değer eğitimi Nas reddin Hoca’nın bu özelliğiyle örtüşmüş ve değer aktarımı ya da eğitimi etkili bir şekilde verilmiştir.
Herhangi bir toplumun ekonomik, sosyal, kültürel durumu, inançları, beşeri tutum, davranış ve düşünceleri üzerinde fıkralar yolu ile bilgi edinilebilir. Her toplum kendi diliyle kendini anlatır. Bu bakımdan fıkralar, bir toplumun sahip olduğu kültürü yansıtan birer ayna görevi görmektedir. Onlara bir sanatkâr elinden çıkmış kusursuz bir tablosu olarak bakılabilir. Her fıkra, ya ders verir, ya bir dünya görüşü belirtir, ya da insanı güldürür. Nasreddin Hoca fıkraları incelendiğinde bu üç amacın bir potada birleştirildiği ve tek bir amaç için söylenildiği görülür. Kişinin hem bireysel, hem toplumsal yönden eğitilmesi sosyal realiteye ulaşabilmesidir. Feyzi Halıcı: “İnsanoğlu söyleyemediği, söyleyemeyeceği birçok gerçekleri fıkralarla dile getirir, fıkralarda yaşatır. Tarihi gerçekler, coğrafyalı gerçekler ve biyolojik gerçekler yediveren gül örneği fıkralarda çiçek açar, dal verir.” der.
Fıkralar, ilk bakışta bir eğlence, gülmece, hoş vakit geçirme aracı gibi görünse de incelendiğinde toplumun zihinsel potansiyelinin şekillenmesinde, aklın düşünme ortamının oluşmasında, gündelik yapıp etmeleri yönlendiren bilincin eğitilmesinde ve içinde yaşanılan ortamın sorunlarına sağduyulu bir bakış, çözüm getirici bir yaklaşım kazanılmasında, kolektif bilincin oluşmasında doğrudan bir işleve sahiptir. Bu işlevin temelinde gücünü düşünsel bir derinlik ve bilgelik vardır.
Nasreddin Hoca fıkraları, bu özellikleriyle hayatı ve insanî ilişkileri yansıtan mesajlarla toplumun her kesimine uygulanabilecek bir eğitim aracıdır. Bu araç, sosyal değerlerin verilmesinde etkin bir şekilde kullanılabilir. Özellikle sevgi, saygı, hoşgörü, hak ve hukuk, doğruluk, aile bağları, komşuluk ilişkileri gibi.
Özel eğitime muhtaç çocuklarda, okul öncesi eğitimde ve üst öğretim basamaklarında fıkraların drama edilerek sosyal değerlerin içselleştirilmesi sağlanabilir. Bu fıkralar aracılığıyla nesiller arasında kuşak çatışması aza indirilebilir. Unutulmaya yüz tutmuş ya da günümüzde en çok şikâyet ettiğimiz sanal dünyadan çocukları uzaklaştıracak ve kültürel değerlerle eğitmemiz ruhsal anlamda da daha sağlık nesiller yetiştirmemizde kolaylıklar sağlar. Fıkralarda sürekli hoşgörü dili kullanıldığı için nesiller arasındaki çatışmaların giderilmesinde etkin bir şekilde kullanılabilir.

Sonuç
Fıkralar, bir toplumun dehasını gösteren en önemli kültürel ürünlerden biridir. Fıkralarda sosyal yapıya ait temel motifleri ve değerleri görmek mümkündür. Sosyal yaşamın sözlü ve yazılı kuralları, fıkralarda ironik bir şekilde yerini bulmuştur. Fıkralarda sosyal yapıya ve değerlere ilişkin dikkat çekici veriler, doğrudan örneklerden hareketle verilmiştir. Hoca’nın bizzat kendi yaşantısından kesitler sunması, bu değerlerin içselleştirilmesini sağlamıştır. Sosyal öğrenmeye yönelik bu yöntem, en temel olgularından olan değerlerin aktarımını kolaylaştırmıştır. Örneğin fıkralarda hoşgörünün nasıl olması gerektiği konusu açık bir şekilde işlenmiştir.
Nasreddin Hoca, birine karşı hoşgörülü olmanın hikmetlerini Sosyal yapıyı ve insani ilişkilerin temelinde bu olgunun olduğu noktası sürekli canlı tutulmuştur. Fıkralarda hak ve adalet olguları ise yaşamın bir dengeleyicisi olarak betimlenmiştir. Özellikle eşit paylaşım ve çalışmaya göre değerlendirme gibi yaklaşımlar hak ve adalet duygusunun yerleşmesinde etkili olduğu görülmüştür. Fıkralarda hak ve adaletle ilgili değerler bazen bir kadı bazen de bir babanın eliyle dağıtıldığı belirlenmiş, haklının haksızlığa uğraması durumunda nelerin olabileceği konusunda ipuçları verilmiştir. Bu değerlerin aktarımı ve eğitimi sosyal dengeye dayalı olarak aktarılmıştır.



Nasreddin Hoca Fıkralarının Verdiği Mesajlar
Hoca’nın fıkralarında en dikkat çeken değerler aşağıdaki başlıklar halinde vermek mümkündür.

I. Hoşgörü
Hoş görmek başka inanışlara, değerlere, din ve ideolojilere anlayışlı davranmak, onlara saygı göstermek anlamına gelir. Hoşgörü, insan zihninin bağnazlıklardan kurtulup, serbest düşünmesi anlamını da içerir (Başgöz, 1997: 41). Nasreddin Hoca’da hoşgörü, serbest düşünme, düşünceye sınır koyan her türlü sınırlamayı kırma anlamında açık ve belirgin bir Şekilde kendini gösterir. Hiçbir zaman hazır kalıpların, kolay edinilmiŞ düşüncelerin esiri olmaz. Bağımsız düşüncenin en güçlü temsilcisidir (Başgöz, 1997: 41). Onun hoşgörüsü, olup bitenleri derinlemesine kavrayabilecek zekâya, bu durumlara en uygun nükteyi oluşturacak yeteneğe, yaşam tecrübesine ve sağduyuya sahip olmasından gelir.
Fıkraları hoşgörü açısından incelendiğinde hoşgörüsüzlük de karşılaşırız. Ancak Hoca’daki hoşgörüsüzlük, tembelliğe, bağnazlığa, sosyal ilişkilerdeki tersliklere, donup taşlaşmış bir sosyal kuruma ve düşünceye, eskimiş işlevi birmiş geleneklere, insan karakterinin eksikliğine karşıdır.

Fıkra:
Eşeğin İstediği Yere
Nasreddin Hoca bir gün eşeğine binmiş. Eşeğin inadı tutmuş Bir türlü eşeğin başını gideceği yöne çevirememiş. Bunu gören komşusu:
-Nereye gidiyorsun Hocam?, diye sormuş
Hoca da:
-Eşeğin istediği yere, demiş

Mesaj:
Fıkrada bazı konularda inatlaşmanın doğru olmadığına işaret ederken, inatlaşmanın olumsuz bir değer olduğuna dikkat çekilmiştir. Onun bu hareketi, hayvan tabiatını iyi tahlil ettiğini ve ona göre davrandığını gösterir.


-----
Fıkra:
Kadı Olan Eşek
Bir gün Hoca, eşeğini kaybeder. Ararken birine sorar:
-Eşeğimi gördün mü?
Adam, Hoca ile dalga geçmek için:
-Gördüm der, falan yerde kadılık yapıyor.
Hoca hiç istifini bozmaz.
-Doğrudur, ben talebelere ders verirken kulaklarını dikip dinliyordu, der.

Mesaj:
Nasreddin Hoca’nın değerler dünyasında gönül incitmek, ağır bir suçtur. Bunun bilincinde bir insan olarak hareket eder. Ona göre insanları yaptıkları alaycı davranışları sabırla dinlemek ve onları kırmadan tatlı dille, güler yüzle cevap vermek gerekir. Böylece hoşgörüyle daha yaşanabilir ortam oluşturulabilir.


-----
Fıkra:
Eşeğin Yönü
Bir gün Hoca eşeğine ters biner.
Halk:
-Hoca, eşeğin üzerinde ters yönde oturuyorsun.
Hoca cevabını yapıştırır:
- Benim yönüm değil, eşeğin yönü ters.

Mesaj:
Hazırcevap olmak zekânın bir göstergesidir. İnsanlar akıl ve bilgi gücünü kullanarak birbirilerine ölçülü davranmaları gerekir. Özellikle insanların birbirlerinin hatalarını söyledikleri bu tutum ve davranış içinde bulunmaları sosyal barışın sağlanmasında önemlidir. Bu da hoşgörülü olmayı zorunlu kılmaktadır.



II. Din
Dini kuralların yaptırımların katı uygulamalarından zaman zaman bunalan halk, doğrudan ortaya çıkıp bu kuralları yaptırımları eleştirip, yerlerine yeni seçenekler öneremeyeceğinin farkındadır. Tabu olan bu konuyu, eleştirel bakış açısına gülmece giysisi giydirip Nasreddin Hoca’nın ağzından söyletir (Toplum Bilim, 1997: 110). Nasreddin Hoca, dini bir şekil olarak değil bir gönül meselesi olarak görür. Allah inanışı, onda sevgiye dayalıdır. Dini istismar edenlere de karşıdır.

Fıkra:
Keçi Kurban Olur mu?
Bir köylünün keçisi uyuz hastalığına tutulmuş. Katran sürmesini tavsiye etmişler. Köylü, keçiyi alıp Hoca ya getirerek:
-Efendi, senin nefesin uyuz hastalığına bire birmiş. Bu keçiyi bir nefes etmeni rica ederim, der.
Merhum:
-Nefes ederim, lakin hastalığın bir an evvel hayvandan def olmasını istersen, benim nefese senin tarafından da bir miktar katran ilave edilmelidir, der.

Mesaj:
İnsanlarda din anlayışı, hurafelerden tamamıyla uzak bir anlayış olmalıdır. Din görevlileri kendilerine sorulan sorulara mensubu olduğu dinin ruhuna uygun akılcı cevaplar vermeli ve muhataplarının anlayacağı dili kullanmalıdır.


-----
Fıkra:
Aç mısın Susuz musun?
Hoca merhum köyleri dolaşıp halka vaaz etmektedir. Bir kasabaya varınca orada birkaç gün kalmaya karar verir. Üç-dört gün kalır, halka vaaz eder. Fakat kimse Hoca’ya “aç mısın, susuz musun?” demez. Cemaat gereksiz bilgilerin peşindedir. Hoca bir konuşmasında İsa Peygamber’in dördüncü kat semada olduğunu ve Allah’ın izni ile orada durduğunu anlatır. Camiden çıkarken cemaatten biri:
-Hocam çok merak ettim, acaba İsa Peygamber, dördüncü kat semada ne yiyip ne içiyor? diye sorar.
Hoca’nın tepesi atar ve yakınlarındaki cemaatin de duyabileceği bir şekilde:
-Yahu siz ne biçim adamlarsınız? Ben günlerden beri kasabanızda duruyorum, bana nasılsın, aç mısın, susuz musun diye sormuyorsunuz da tââ dördüncü kattaki İsa Peygamber’i soruyorsunuz, der.

Mesaj:
İnsan inanan ve inancının gereğini yerine getirmek isteyen bir varlıktır. İnsandaki bu istek onu mensubu olduğu dinin esaslarını, kurallarını, inceliklerini öğrenmeye sevk eder. Bu konuda din adamları onlara yardımcı olur. Ancak bu öğretide dinî değeri olmayan meselelerin din adına bilinmesi, anlatılması, hayata geçirilmesi uygun karşılanmaz.



III. Komşuluk Değerine İlişkin Fıkralar
Komşu tabiri, birbirine bitişik veya yakın yerlerde yaşayanlar için kullanılır. Komşu olmanın doğurduğu birtakım hak ve görevlerin yanı sıra bunların sağlandığı bir ilişkiler düzeni bulunmaktadır. Bunlara genel olarak komşuluk veya komşuluk ilişkileri denir. Bu ilişki, hem Türk töresinden hem de İslami referanslardaki komşu hakkına ilişkin düzenlemelerden kaynaklanmaktadır. Komşuluk ilişkileri özellikle küçük yerleşim bölgelerinde sosyal dayanışma açısından önemli olduğu gibi, ailelerin huzur ve güven içinde yaşamaları açısından da önemlidir. İyi komşuluk ilişkileri mutluluk ve sevincin paylaşılmasında, sıkıntı ve kederin göğüslenmesinde ayrı bir öneme sahip olduğundan fert ve ailelere toplum içinde destek olur. Dolayısıyla sosyal bünyeyi güçlendirir. Kötü komşuluk ilişkileri de sürekli rahatsızlık, güvensizlik ve yalnızlık hissi uyandırır. Türk-İslam kültürü çizgisinde sosyal dayanışma ve yardımlaşma açısından insana aileden sonra en yakın sosyal çevreyi komşular teşkil eder. Bu anlayışın ve bakışın bir ifadesi olan, ““Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşuda pişer, bize de düşer”, “Ev alma komşu al” gibi atasözleri komşuluk ilişkilerinin anlamını ve boyutlarını göstermek bakımından önemlidir.
Nasreddin Hoca, geleneksel Türk toplumunda komşuluk ilişkilerini mizah yoluyla fıkralarında temas ederek nasıl olması gerektiğine işaret etmeye çalışır.

Fıkra:
Sana Ne!
Bir Hoca eve doğru yürüyormuş. Arkadaşı arkadan seslenmiş:
- Aman Hocam gördün mü? Biraz önce geçen helva kazanı ağzına kadar doluydu.
Hoca istifini bozmadan:
- Bana ne! demiş.
Arkadaşı:
- Ama Hocam helva kazanı sizin eve gidiyordu, buna ne dersin? Deyince Hoca:
- O zaman sana ne! Demiş.

Mesaj:
İnsanların özel hayatı olduğunu ve bu hayatın ise izlenmemesi gerektiğini vurgularken, mahremiyet değerinin önemini soran kişiyi kırmadan cevap vermeyi başarmıştır. Değeri aktarırken hem gerçekçi davranmış hem de insanı kırmadan olumsuz davranışların ortadan kaldırılabileceği düşüncesi fıkrada görmek mümkündür.


-----
Fıkra:
Kırk Yıllık Sirke
Bir komşusu Hoca’ya demiş ki:
- Hocam, sizde kırk yıllık sirke varmış, doğru mu?
- Var, demiş Hoca.
Komşusu bunu duyunca:
- O zaman bana biraz verir misin? demiş.
Hoca ellerini kaldırarak:
- Yo, komşum! demiş. Her isteyene verseydim, kırk yıllık sirke olur muydu hiç?

Mesaj:
İnsanların maddi ve manevi ihtiyaçları her zaman olmuştur. Bu ihtiyaçların karşılanmasında onlara yardımcı olacak olan ya ailesi ya da de komşularıdır. Hoca, komşuluk ilişkilerini bozmamak için her zaman bir denge gözetmiştir. Bu denge ise mantıklı bir yolla karşı kişiyi ikna etme yolu olmuştur. Fıkrada komşuda olan her Şeyin istenmemesi gerektiğini ironik bir dille vermiştir.


-----
Fıkra:
Hasta Ziyareti
Hoca bir gün hastalanmış, yatağa düşmüş. Bunu duyan komşuları Hoca’yı ziyarete gelmişler. Fakat gelenler çok uzun kalıyorlar, çok da konuşuyorlarmış. Üstelik bunlar moral bozucu sözlermiş. Yine bir gün bir komşusu ziyaretine gelmiş.
- Hocam, demiŞ. Hastasın belli… Ecelin ne zaman geleceği belli olmaz. Vasiyetini hazırladın mı?
Hoca:
- Evet demiş, hazırladım.
- Peki, ne yazdın, nedir vasiyetin? diye sormuş komşusu.
Hoca, manalı manalı başını sallamış:
- Vasiyetim şudur ki hasta ziyaretine gittiğiniz zaman hastanın yanında fazla kalmayın.

Mesaj:
Fıkrada hasta ziyaretinin Türk kültüründe önemine dikkat çekerken bu ziyaretlerin kısa ve anlamlı olmasını aynı zamanda hastayı üzecek anlamsız sorulardan, yerli yersiz sözlerden uzak durulması gerektiğini vurgulanmıştır. Hoca bizzat kendi yaşamından örnekle ne yapılması gerektiğini çarpıcı bir Şekilde aktarmıştır.


-----
Fıkra:
Ye Kürküm Ye
Hoca bir gün birine davetliymiş. Hoca, o gün o davete eski püskü elbiseleriyle gitmiş. Hoca’yı kimse “buyur” etmemiş. Hoca bir fırsatını bulup gidip yeni elbiselerini giymiş. Geri dönmüş. Bu defa Hoca’yı oturtacak yer bulamamışlar. Herkes, sofrada “buyur” diyormuş. Hoca bunun üzerine:
- Ye kürküm ye! demiş. Bu itibar sana, deyince orada bulunanların hepsinin yüzü kızarmış.

Mesaj:
Zamanın insanları içe değil, dışa itibar etmektedir. Oysa dış görünüşüne göre bir kişinin iyiliğine ya da kötülüğüne karar vermenin bazen yanıltıcı olabilir. Sosyal yapıda dış görünüşün önemli bir unsur olarak görülmesini eleştiren Hoca, halkın tepkisini dile getirir. Bununla birlikte sosyal ilişkilerde giyinmeye özen gösterildiği bunun böyle olmaması gerektiğini belirtir.


-----
Fıkra:
Kimin İçi Yanar?
Bir bayram günü Nasreddin Hoca komşusuna ziyarete gidince komşusu her misafire olduğu gibi Hoca’ya da bal ikram ediyor. Bir tepsi içinde gelen koca bir petek baldan her gelen misafir iki kaşık alır çekilirmiş. Komşusu bakar ki Hoca kaşığı daldırdıkça daldırıyor. Peteğin yarısına gelmiş daha duracağa da benzemiyor. Dayanamayıp:
- Aman Hoca fazla yeme yoksa için yanar, deyince Hoca cevabı yapıştırır:
- Kimin içinin yandığını Allah bilir.

Mesaj:
Konukseverlikte aşırıya giden ev sahibi bir süre sonra aynı konukseverliği sürdüremeyebilir. Bu durumdan misafirin kalbi kırılabilir. O zaman önceki konukseverliğin de değeri kalmayacaktır. En iyisi aynı düzeyde devam ettirilebilecek bir konukseverliktir. İkramda bulunmak misafirlikte önemli bir değerdir. Misafir tatlı dille, güler yüzle, yapılan hizmet ve ikramla ağırlanır. Bu anlamda fıkrada verilen mesaj güncelliği hâlâ korumaktadır.


-----
Fıkra:
Tavşanın Suyu
Bir gün adamın biri Hoca’ya köyden bir tavşan getirir. Hoca, adama ikram ve izzet getirip yedirip içirir. Bir hafta sonra adamın kardeşleri gelir. Hoca onlara da ikramda bulunur. Birkaç gün sonra ise yine bazı adamlar gelir Hoca’ya:
- Biz tavŞan getiren adamın komşularıyız, deyince Hoca onlara bir tas su getirir. Adamlar suyu görünce Hoca’ya:
- Bu nedir? diye sorarlar.
Hoca da:
- Tavşanın suyudur, diye cevap verir.

Mesaj:
Kişilerin çıkarları için en ufak bağlantıdan bile yararlanacak Şekilde davrandığını belirtirken, dolaylı yoldan kendi çıkarı için başkalarını rahatsız etmenin yanlışlığını vurgulanmaktadır. Yapılan iyiliğin karşılığı beklenilmez. Yapılan iyilikten daha fazla istemek karşıdaki kişiyi zor durumda bırakabilir.



IV. Hak Hukuk ve Adalet Değerine İlişkin Fıkralar
Adalet; insan onuru önünde, her değerin üstünde olabilecek içsel bir saygı, bütün insanları kapsayacak, evrensel insanî Şefkat ve ilgi, başkalarının/ötekilerin de özgürlük oranı ile optimum düzeyi iyi evlat, iyi öğrenci iyi eş, iyi arkadaş, iyi komşu, iyi meslek erbabı gibi rollere ilişkin davranışlarda uyum içinde olabilecek en fazla özgürlük oranı ve kaynakların paylaşımı bakımından eŞit haklardır. Sosyal ilişkilerin, değer ve onura sahip davranışları otonomluk kazanmış insanların birbirini saymasına dayalı olması gerekir” (Erden ve Akman, 2005: 105). Adalet mekanizmasının çökmesi halkın idarecilere olan güvenini sarsar. Devletlerin devamlılığı özellikle yöneticilerin halklarına adil ve eşit davranmalarıyla mümkündür (Tarhan, 2003: 40).
Nasreddin Hoca fıkralarının da gözde konuları arasında yer alan adalet değeri “dönemin sosyal ve siyasal Şartlarına göre değerlendirilmiştir. Bazen fıkralarda Mutlak adalet yoktur, yasaları hükümleri uygulayanlar durumlara, konumlara, kişilere göre farklı uygulamalar yapabilirler” iletisi verilirken bazen de halkın böylesine haksız uygulamalar yapanlara yapılan haksızlıkları fark ettiklerini, verilen yanlış kararların ayırdında oldukları bildirilir.

Fıkra:
Eşeğin Hiç mi Suçu Yok?
Hoca bir gün Hortu’dan Sivrihisar’a gidecekti. Kapı önünde duran eşeğe atladı. Fakat ters binmişti.
Babası:
-Oğlum eşeğe niye ters biniyorsun? diye azarlayınca oğlan cevap verdi:
-Kabahat yalnız benim mi? Eşeğin hiç mi suçu yok. Baksana ters duruyor. Eğer o doğru dursaydı ben doğru binecektim. Niçin eşekte suç bulmuyorsun da beni paylıyorsun?

Mesaj:
Suç yalnız insanlarda değildi. İçinde bulunduğu toplum tersine tersine işliyordu. Toplum düzgün olsa terslik ortadan kalkar. Suçu yalnız kişinin eylemlerinde aramamak lazım. Bozuk düzen içinde iyiler eriyor, bozuluyor.


-----
Fıkra:
Kendi Hissesi
Bir gün Hoca, bir arkadaşıyla birlikte köye gider ve birinin evinde misafir olurlar. Akşam olunca ev sahibi, bunlara bir tabak yoğurt getirir. Arkadaşı, kaşığının ucu ile yoğurdun ortasından bir çizgi çizerek:
- Ben kendi payıma düşen yere pekmez koyacağım, der.
Hoca buna razı olmaz ve arkadaşına:
- Bunu kabul etmem, pekmez benim tarafıma da akar, der. Fakat arkadaşına bir türlü söz dinletemez. Bunun üzerinde yerinden fırlar, heybesinden zeytinyağı şişesini alır ve yoğurdun başına geçerek:
- Öyle ise ben de payıma düşen kısma zeytinyağı koyarım, der.
Arkadaşı Şaşırır:
- Hiç zeytinyağı yoğurda konur mu? Yoğurt vıcık vıcık olur, der.
Hoca, aradığı fırsatı bulmuştur:
- Öyleyse, der. Sen de pekmez koyma.

Mesaj:
Fıkrada insanların birbirleriyle ilişkilerinde tek taraflı olmamaları ve kendi çıkarlarını gözetip başkalarının çıkarlarını hiçe saymamaları gerektiği belirtilmiştir. Herkesin istediği Şeyi yapması durumunda sosyal ilişkilerde karışıklığın ortaya çıkabileceği vurgulanmıştır.



V. Doğruluk
Doğruluk, insanın düşüncede, inancında, özünde, sözünde, niyetinde, sözleşmelerinde, ticaretinde kısaca bütün fiil ve davranışlarında doğru, dürüst, hakkı gözetir, âdil, ihlaslı ve samimi olma hâlidir. Allah'ın emrine ve koyduğu kurallara uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riayet etmek demektir.
Hoca, bir eğitimci olarak fert ve toplum eğitiminde belli ilkelerin sahibi olan bir örnek insan olarak doğruluğun, dürüstlüğün önemini mizah yoluyla dile getirmiştir.

Fıkra:
Kedi Yedi
Nasreddin Hoca eve iki okka et getirir. Karısına:
-Aksama misafir gelecek. Yahni yaparsın” der.
Evdeki komşu kadınları, Hoca'nın karısını kandırırlar, iki okka eti pişirip yerler. Akşam yemeğinde misafire, çorba, arkadan pilav ve hoşaf gelir. Fakat Hoca'da Şafak atar. Karısına:
-Et ne oldu?” diye sorar.
Karısı:
-Kedi yedi, deyince Hoca, başını kaşır sonra kediyi ve kantarı getirmesini söyler. Kediyi tartar, bakar ki kedi iki okka gelir. Bunun üzerine:
-Hatun, bu et ise, kedi nerede, iki okka kedi ise, et nerede? der.

Mesaj:
Doğruluk en büyük hazinedir. Oysa yalancılık insanı zor durumlarda bırakır. Eti kedinin yemesi olayının yalan olduğu aŞikârdır. Nasreddin Hoca yalan söyleyenlerin ayıplarını yüzlerine vurmakta, onlarla alay etmekte ve onları yalancılıktan vazgeçirmeye çalışmaktadır.



VI. Eğitim
Nasreddin Hoca, bir mizah ustası olmasının yanı sıra bir eğitimcidir. Onun eğitimciliği sadece medrese ve oradaki talebelerle sınırlı kalmaz. Onun eğitimciliği toplumla da ilgilidir. Toplum içerisinde yanlış bulduğu her Şeyi eleştirmekten, işin doğrusunu göstermekten geri kalmaz. Nasreddin Hoca kişileri ironiyle eğitirken yaşadığı çağda geçerli olan eğitimin temel amaçlarının fert ve toplumda yansıma biçimleri üzerinde durur. Eğitimde herkesi aynı düzlemde görmez, ferdî farklılıkları dikkate alır. İnsanlara kabiliyetleri, akılları ve algılayışları ölçüsünde hitap eder. Onların psikolojik özelliklerini dikkate alır. O, eğitimde belli ilkelerin sahibidir. Önce işe kendisinden başlar. Alman yazar ve düşünürü Goethe’nin: “Kendi kendisiyle alay etmeyen insan, olgun insan değildir.” sözlerini destekler.

Fıkra:
Kazan Doğurduğuna İnanıyorsun da Öldüğüne mi İnanmıyorsun?
Bir gün Hoca komşusundan kazan ister. İşini bitirdikten sonra kazanın içine bir küçük tencere koyup götürür, sahibine verir. Sahibi kazanın içinde tencereyi görünce:
-Bu nedir? diye Hoca’dan sorar.
Hoca:
-Kazanınız doğurdu, deyince komşu:
-Pekâlâ, deyip tencereyi kullanır.
Yine bir gün Hoca kazan ister, alır götürür. Sahibi bir hayli müddet bekler, bakar ki kazan gelmez. Hoca’nın evine gelir. Kapıyı çalar. Hoca kapıya gelir:
-Ne istersin? diye sorar.
Komşu:
-Kazan isterim, der.
Hoca:
-Sen sağ ol, kazan merhum oldu, cevabını verir.
Komşu tam bir Şaşkınlıkla:
-Hoca Efendi, hiç kazan ölür mü? deyince Hoca:
-Ya doğurduğuna inanırsın da öldüğüne inanmaz mısın? der.

Mesaj:
Kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapma ilkesi verilmiştir. Kendi çıkarlarını düşünen, insanları aldatmak için akla gelmedik senaryolar kuran insanlara ders vermek ve bunun yanlışlığını göstermek gerekir.


-----
Fıkra:
Bilenler Bilmeyenlere Anlatsın
Hoca Nasreddin Efendi Akşehir de bir gün vaaz için kürsüye çıkıp:
-Ey müminler! Ben size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? der.
Cemaat:
-Bilmeyiz, demeleriyle Hoca:
-Siz bilmeyince, ben size ne söyleyeyim? deyip kürsüden iner, bırakır gider. Yine bir gün evvelki sualini tekrar edince, bu sefer de cemaat:
-Biliriz derler.
Hoca:
-Mademki biliyorsunuz o surette benim söylememe ne lüzum kalır? der, yine bırakır gider.
Cemaat hayrette kalarak:
-Efendi bir daha kürsüye çıkarsa kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz demeye karar verirler.
Hoca yine bir gün kürsüye çıkıp her zaman olduğu gibi ahaliye sual edip de:
-Kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz, cevabını alınca Hoca, ciddiyetini hiç bozmayarak:
-Ne kadar iyi, öyle ise bileniniz bilmeyeninize öğretsin, der.

Mesaj:
Hoca, toplum eğitiminin bilenlerin bildiklerini bilmeyenlere öğretmesi olacağını ifade eder. Hocanın her sözü, her davranışlında daima topluma dönük bir fikir yönü vardır. Hoca her sözünde düşündürücü, her hareketinde ibret vericidir.


-----
Fıkra:
İnanmazsan Say
Bir gün Akşehir’e üç bilgin gelir. Bunlar gereksiz bilgilerle kafalarını doldurmuş ve bunun verdiği gururla ortada dolaşan tiplerdir. Hoca'ya dünyanın merkezinin neresi olduğunu sorarlar. Hoca da:
-Eşeğimin sağ arka ayağının bastığı yerdir, der.
Onlar Nasreddin Hoca’dan ispat isteyince de Nasreddin Hoca:
-İnanmazsanız ölçün de görün, der.
İkinci sorulan gökteki yıldızların sayısının kaç olduğudur. Nasreddin Hoca:
-Eşeğimin kılları kadar, cevabını verir. Yine ispat istediklerin ise cevap aynıdır.
-İnanmazsanız sayın, der.
Üçüncü soru ise sakalında kaç kıl olduğu, şeklindedir. Nasreddin Hoca:
-Eşeğimin kuyruğundaki kıllar kadar, der. Yine ispat istenince de Nasreddin Hoca, taşı gediğine koyar ve muhatabını kesin bir dille susturur.
-İnanmazsan, bir kıl senin sakalından bir kıl eşeğimin kuyruğundan koparalım. Bakalım denk çıkacak mı görürüz, der.

Mesaj:
Eğitimde somutlaştırma, örneklendirme çok önemli bir husustur. En girift meseleler onun dilinde beş duyu ile algılanabilecek bir hale gelir. Üstelik verdiği örnekler çok canlıdır. Bununla birlikte Nasreddin Hoca'nın önemsediği bir husus da bilginin gerçeklere dayanması ve bilim adına ortaya konan bilgilerin bir işse yaramasıdır. Bu fıkrasında anlatılan bu olay onun bu tutumunu gösterir

Atatürk’ün dil ve edebiyat üzerine düşünceleri

ATATÜRK’ÜN DİL VE EDEBİYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ NELERDİR.

Cumhuriyet döneminden önce Anadolu Türkçe’sinin geçirdiği evreler iki çizgide oluşmuştur.
Bir yandan Türk halkı resmi ve dinsel gelişmelerin etkisi dışında kültürünü ve öz dilini korumuş , geliştirmiş !
Diğer yandan Arap’ça ve Fars’çanın etkisi altında ki Türkçe yazı dili giderek Türk düşünce-
sinden ve anlatımından uzaklaşmış bulunmaktaydı ….
Bu durumun başlıca sebepleri ;
* Devletin tüm yazışmalarda birinci sırada Arapçayı , ikinci sırada Farsçayı kullanması .
* Medrese ve din eğitiminin getirdiği edebiyat anlayışıdır .
Öylesine ki Anadolu halkı konuştuğu dilin dışında başka bir dilde yazışmaya ve anlaşmaya
zorlanmıştır …
Bir devlet , bir toplum için en önemli ögelerden biri DİL BİRLİĞİ nin sağlanması ,toplumda herkesin aynı dille konuşup , yazması ve bu dilin ulusun tüm bireylerince anlaşılır olmasıdır .

ATATÜRK HARF DEVRİMİNİN 10 yılda değil 3 ayda bitirilmesini aksi taktirde bu kanunun çıkmaza gireceğini belirterek halka şu açıklamayı yaptı :
_
‘’ Bizim ahenkli ve zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir .
Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran , anlaşılamayan ve anlamadığımız işaretlerden kurtulmak için buna mecburuz ..Bir çok şeyler yapılmıştır ama en önemlisi budur . Herkes kısa bir sürede bunu öğrenmek zorundadır . Hepimiz öğrenmeliyiz .
Milletimiz yazısıyla , kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olacaktır … ‘’

Bu tarihsel söylevin ardından en kısa zamanda kanunun yasal düzeyde ele alınmasını ve en kısa süre içinde sonuçlandırılmasını istedi .

8.11.1928 de TBMM açış konuşmasına şöyle başladı :

_ ‘’ her şeyden önce halkımız cehaletten / cahillikten az emek ve kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir araç ile sıyrılabilir . Basit bir uygulama ile Latin kökenli Türk harflerinin Türk Diline ne kadar uygun olduğunu şehirde ve köyde tüm halkın
Kolay ve kısa sürede öğrendiği ortaya çıkmıştır . TBMM nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması bu memleketin yükselme mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır . Bu kararı alan TBMM , yalnız ebedi Türk tarihinde değil , bütün insanlık tarihinde
En seçkin yerini alacaktır … ‘’

Türk harfleri yasası yürürlüğe girince bir yandan halk dersaneleri ve millet mektepleri
/ okulları açılarak OKUMA – YAZMA SEFERBERLİĞİ başlatılmış bir yandan da DİL KURULU çalışmalarını hızlandırılmıştır .
Harf devrimini de kapsayan dilde yenileşme süreci için çizilen program başlıca 3 aşamalı düşünülmüştür .

1- Harf devrimi : Türk halkının bilgisizlikten kurtarılması için en kolay okuma –yazma anahtarı sağlanmıştır .

2- Türkçe’nin kendi zenginliğine kavuşması ve Osmanlıcanın yapaylığından kurtarılması . Bu çalışmalar 1930 yılından sonra yoğunlaşmıştır .

3- Dil felsefesi : Dilin kavramları ve kurumları ile ortaya çıkarılması…

Bu çalışmalar 1937 yılına kadar sürmüştür .

Atatürk , tüm bu çalışmalar içerisinde önderlik görevi yapmış Türk ocaklarında , Halk evlerinde ve halkın içinde bu girişimlere bilim adamlarının eşliğinde katılmıştır .

Yukarıda bahsedilen 3 kanunun asıl amacını şöyle ifade edebiliriz :

Türkçe’nin kendi öz ve ulusal kaynaklarından beslenerek yeni , çağdaş gelişmelere elverişli
Bir yapıya kavuşturulması Atatürk bu temel amacı nutuklarında sık sık yineleyerek şunu vurgulamıştır :

‘’ Ülkesini , geleceğini bilen Türk halkı , DİLini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır .
Türk dilinin kendi zenginliğine kavuşması çalışmakla mümkün/ olasıdır … ”

Mevlananın Evrensel Sevgi Anlayışı hakkında bilgi

Mevlananın Evrensel Sevgi Anlayışı hakkında bilgi




Mevlana, Anadolu’nun manevi mimarlarındandır. Öyle bir mimar ki bir tarafta sel var, onun üzerine köprü yapıyorsunuz. Neden mi? Moğollar, Anadolu’da taş üstüne taş koymuyorlar. İnsanları katlediyorlar, zenginlikleri gasp ediyorlar. İnsanlar canlarından, mallarından, ırzlarından emin değiller, mutsuzlar, huzursuzlar, endişeliler ve korkuyorlar. Böyle bir ortamda Mevlana bir toplum mühendisi gibi çalışarak, topluma moral aşılıyor, topluma sevgi veriyor. Kısacası toplum dinamiklerinin ayakta kalması için ne gerekiyorsa onu yapıyor.

Mevlana’nın bu müthiş ve engin mücadelesi sebebiyle, Anadolu insanı ona büyük sevgi, saygı beslemiş ve düşüncelerini benimsemiştir. Onun ölümünden yaklaşık 700 yıl geçmesine rağmen onun düşünceleri hala Anadolu halkının ilgi ve sevgisini çekmeye devam etmektedir.

Mevlana’nın sevgi ve hoşgörüsü, yaşadığı günden bugüne, yalnız Türk halkının değil, çeşitli din ve kültürden olan bütün dünya insanlarının ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Nitekim İrene Melikoff: “Mevlana’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz” demiştir. Şu anda Hollanda’da, Almanya’da Mesnevi okunmakta, sema gösterileri düzenlenmektedir. Arayış içerisindeki Batılılar Mevlana ile huzur bulmaktadırlar. Mevlana’nın çekim gücü insanları çekmeye devam etmektedir. Sadece Batıda mı? Kesinlikle hayır. İran’da, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da Hz. Mevlana’nın eserleri okunmakta ve yaşam biçimi kabul görmektedir.

Mevlana’nın insan sevgisi Kur’an’a ve peygamberimize dayanmaktadır. Peygamberimiz bir hadisinde “Allah güzeldir, güzelliği sever, kibir ise Hakkı kabul etmemek ve insanları hor görmektir” buyurmuştur. İşte Mevlana’nın sevgi ve hoşgörüsünde yatan temel prensip budur.

Mevlana’ya göre sevgi ve hoşgörü insanlık vasıflarındandır. Eşrefi mahlukat, emri Mevlana’da hayat bulur. Hayvanın bu kavramlardan haberi olmadığı gibi, bu duyguları yaşaması imkânsızdır. O bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

Sen âşık olmadıysan, sevgi nedir, bilmiyorsan; Yürü git, ot otla; eşeksin sen(Mektuplar:95).

Aşk, büyükler için bal, çocuklar için süttür. Aşk her gemiyi batıran istiap fazlası son yüktür (Mesnevi VI: 4032).

Nur ve kemal, helal lokmadan doğar. İlim ve hikmet, aşk ve merhamet helal lokma ile olur (Mesnevi I:1707).

Mevlana’ya göre sevgi, muhabbet, dünyanın yaratılış sebebidir. Aslında bu sufizmin temel hareket tarzını da oluşturur. Allah evreni sevgi yüzünden yaratmıştır. Nasıl ki, çocuğun bedeni sütsüz yaşayıp gelişemezse, ruhu da sevgisiz var olamaz. Yetişkinler içinse sevgi, bal gibi çok tatlı bir şeydir. Yine Mevlana’ya göre, gerçek sevgi, muhabbet karşılıksız sevgidir, sevdiğin kişinin seni sevip sevmemesi önemli değildir.


İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Mevlana bu derin Kur’ani kavramı öyle güzel işler ki: “Dağ, taş, su, ateş, yel bile insana secde etmededir. Birkaç lüzumsuz münafık secde etmemiş noksan mı gelir insana”(Fihi Mafih:226).

Mevlana’nın sevgi anlayışı Yunus’un sevgi anlayışı ile örtüşür. Yunus, Yaratılanı sev, Yaratandan ötürü diyor. Mevlana’da aynı inci çizgiyi topluma aktarıyor. Allah insanı yaratıp ona ruhundan üfürdüğü için insan da Allah’tan bir eser taşımaktadır ve dolayısıyla onun yeryüzünde temsilcisidir. O sebeple Mevlana’nın nazarında kim olursa olsun, ister dinli ister dinsiz, ister kadın ister erkek, ister zengin isterse fakir olsun hepsi saygı değerdir. Bütün insanları bir gözle görmek ve ona saygı göstermek gerekir. Ayrıca insanlardan şikâyet etmek de doğru değildir. Çünkü Mevlana’ya göre, “Yaratıktan şikâyet, Yaratandan şikâyettir”(Mektuplar:136).

Mevlana’ya göre insan sadece dışını değil ondan daha fazla içini temiz tutmalıdır. Ancak o zaman olgun bir insan olabilir. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol, hayat tarzı belki de günümüzde en çok aranan haslet haline gelmiştir. O bu konuda şunları söylemiştir: “Allah, sizin şekillerinize ve amellerinize bakmaz, kalbinize ve niyetlerinize bakar.”

Mevlana insanları iyi-kötü diye ayırmamakla birlikte insanın kötü taraflarından da bahseder. “İnsan tabaklanmış deri gibidir; rutubetten bozulur, ağır ağır kokar”(Mesnevi IV: 104). “Sende nemrutluk var, ateşe atılma, atılacaksan da önce İbrahim ol”(Mesnevi I:1606). Şu halde insan, doğuştan iyi ve kötü meziyetleri potansiyel olarak bünyesinde taşır. Eğer onu eğitirsen topluma ve insanlığa faydalı yapabilirsin.

Mevlana, hamdım, piştim, yandım, diyerek bir insanın hayatında hangi aşamalardan geçmesi gerektiğini veciz bir şekilde ifade etmiştir. Olgunlaşmak için insan hayatta sıkıntı ve çile çekmelidir. Bu sayede nefsine hakım olmasını öğrenerek diğer insanlarla iyi geçinebilen uyumlu bir birey haline gelebilir.

Mevlana eserlerinde insanın eğitimini ele almış ve hayatı boyunca insanların eğitilmesi için mücadele etmiştir. Mevlana diyor ki, “Allah sevgisi ilimle elde edilir, ilimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar su sevgiden mahrumdur” diyerek sevgiyi, akılla temellendirmiştir. Yani aklı ve bilimi olmayanın sevgisi de olamaz. Gerçekten de ileri derecede ruhsal rahatsızlığa maruz kalan insanlar, hiçbir şeye ilgi ve sevgi duymazlar.

Bugün toplumumuzda, insanlar arasında sevgi ve tolerans eksikliği bulunduğunu görüyoruz. Hemen bütün anlaşmazlıklar; sevgi, karşılıklı anlayış ile sona erdirilebilir. Yeter ki, birbirimizi gerçekten ve gönülden, karşılıksız olarak sevelim ve birbirimize hoşgörü ile yaklaşabilelim. 700–800 yıl önce toplumumuz Hz. Mevlana ile nasıl kimlik bulmuşsa, günümüzde de toplumumuzun onun hoşgörüsüne, sevgisine ihtiyacı var.

TBMM’nin Türk Milleti İçin Önemi Nedir?

Türkiye Büyük Millet Meclisi ne zaman açılmıştır, TBMM’nin Türk milleti için önemi nedir? konulu araştırma yazısını içerikte bulabilirsiniz.


Türk Milleti her zaman özgürlüğüne düşkün bir millet olmuştur. Başka milletlerin himayesi altına girmektense ölmeyi tercih eden Türk Milleti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) açarak bunu bir kez daha kanıtlamıştır. 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da açılan TBMM’nin Türk Milleti için önemi çok büyüktür. 1. Dünya Savaşı’ndan ağır yaralı çıkan Türk Milleti TBMM’nin açılabilmesi için elinden gelen bütün fedakarlığı yapmış ve TBMM’nin açılmasını sağlamıştır.


  • TBMM’nin açılması her şeyden önce Türk Milleti’nin moralini yükseltmiştir.
  • TBMM’nin açılması Türk Milleti’ne özgüven aşılamıştır.
  • TBMM’nin açılması ile Türk Milleti’nin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına dair inancı artmıştır.
  • TBMM’nin açılması ile millet iradesinin temsil edileceği bir makam ortaya çıkmıştır.
  • TBMM açılınca Kurtuluş Savaşı daha derli toplu şekilde yapılabilir hale gelmiş, düzenli ordumuzun idaresi TBMM tarafından yapılabilmiştir.
  • TBMM’nin açılması ile yabancı devletlere Osmanlı Devleti Hükümeti yerine TBMM’nin muhatap alınması gerektiği mesajı verilmiştir.
  • Türkiye’nin her bölgesinden milletvekilinin TBMM’de temsil edilmesi halkta memnuniyet yaratmıştır.
  • Türk halkı TBMM’nin açılması ile kendi kendisini yönetebilme olanağına sahip olmuştur.
  • TBMM’nin açılması ile; egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu ispatlanmıştır.
  • TBMM’nin açılması demokrasiye atılan büyük bir adım olarak tarihe geçmiştir. TBMM açıldıktan sonra Türk Milleti her gün daha da ileriye gitmiştir.


27 Nisan 2013 Cumartesi

akraba evliliklerinden doğabilecek çocuklar açısından bu tür evliliklerin sakıncalı yönleri

Ülkemizde her gün binlerce kişi evleniyor Akraba evliliklerinin bu evliliklerden farkı nedir? Aynı soydan gelen kişilerin yaptığı evliliğe AKRABA EVLİLİĞİ denir Akrabalık; anne soyundan gelebileceği gibi baba soyundan da gelebilir Her ikisi de aynı derecede önemlidir Akraba evliliği genel olarak iki derecede incelenir: Anne veya babalarından biri kardeş olan bir çiftin yaptığı evliliklere 1DERECE AKRABA EVLİLİĞİ (Kuzen Evlilikleri) denir Büyükanne veya büyükbabalarından biri kardeş olan çiftlerin yaptığı evliliklere ise 2DERECE AKRABA EVLİLİĞİ (Torun Evlilikleri) denir Türkiye"de evliliklerin yüzde 20"sini oluşturan akraba evliliklerinde özürlü çocuk doğma riski iki katına çıkıyor Bu yüzden akraba evliliği yapmayı planlayan çiftlere evlenmeden önce muhakkak genetik danışmanlık almaları öneriliyor Her akraba evliliği sakat bebekle sonuçlanır gibi bir genelleme yapılamaz Ancak diğer taraftan oluşabilecek sakatlık riskinin normal evliliklere göre 2 kat arttığı da unutulmamalıdır Akraba evliliklerinin çocuklardaki etkisi nasıl oluşur? Her çocuk anne ve babanın özelliklerini taşır Anne babanın özellikleri kromozomlar üzerindeki genlerle çocuklara taşınır Bu genler bir çifttir Aynı soydan gelen kişilerin gen özellikleri benzerdir Kalıtımın taşıyıcısı genlerdir Bizler nesiller öncesinden gelen atalarımızın bize hediye ettiği genetik kalıtımla yaşama başlamaktayız Vücudumuzun büyüyüp gelişmesi ve çalışması genlerimizin kontrolü altındadır Yaşamın temel taşı olan genler, bir DNA molekülündeki belirli bir özellik içeren kesitine verilen addır Her bir gen ya da birkaç gen kümesi bizdeki bir özelliğin bilgisini içerir Anne ve babadan eşit olarak geçen genler, bizdeki tüm yaşam duvarlarını örer Genler hücrelerde bulunan kromozomların kısımlarıdır Dolayısıyla genler, kromozomlarla birlikte çoğalarak, hücre bölündükçe yeni hücrelere geçerler Kişide her genin, biri anneden biri babadan gelmiş olan iki kopyası (aleli) bulunurBazen genin bir kopyasının yapısı bozuktur ve bu bozuk kopya yüzde elli olasılıkla çocuğuna geçer Bozuk bir gen, kişinin bazı vücut işlevlerinin bozulmasına neden olur İnsanlar birçok kalıtsal hastalığın genini taşır Normal aile yapısında da hamilelikte çocuğun hastalıklı doğma olasılığı %, taşıyıcı olma olasılığı P, genin bozuk kopyasını hiç almamış olma olasılığı ise %'tir Akraba evliliklerinde aynı soydan geldikleri için anne ve babanın aynı genin bozuk kopyasını taşıma, yani hastalığın taşıyıcısı olma olasılığı çok yüksek olduğundan çocuklarında hastalıkların oluşma şansı çok daha fazladır İşte akraba ile evlenme, zararlı baskın ve çekinik genlerin üst üste gelerek frekanslarının çakışması sonucu ortaya çıkma ihtimalini artırdığından genetik hastalıkların görülmesine yol açabilmektedir Bunların çocukta görülmesi için ana ve babanın her ikisinin de en az bir zararlı çekinik gene sahip olması gerekir Her ikisi de bir bozuk gen taşıyan anne babadan doğan çocuklar sağlam geni alırsa SAĞLIKLI olur Anne veya babadan bir sağlam bir hastalıklı gen alırsa TAŞIYICI olur Kendileri hasta olmasa bile hastalığı bir sonraki nesile taşırlar Evlendiğinde hastalıklı çocuk sahibi olma ihtimali vardır Anne ve babanın her ikisinden de hastalıklı gen alan çocuk HASTA olur Akraba dışı evliliklerde hasta çocuk sahibi olma ihtimali düşüktür! Akraba Evliliklerinde En Sık Rastlanan Hastalıklar Kan Hastalıkları Göz, kulak, kalp ve şeker hastalıkları, Zeka geriliği, fenilketonüri Vücut yapısındaki bozuklukları sayabiliriz Bunların yanında hastalıklı çocukların topluma ve ailesine getirdiği yük ve sorunlar da çok önemlidir Hasta çocuğun yaşam kalitesi çok düşük olacak, ilaçlara ve çevresine bağımlı olarak yaşayacak belki de toplumdan itilecektir Hasta çocuğa sahip olan anne baba hem maddi, hem manevi yük altında kalarak yıpranacaklardır Akraba evliği yapanların sağlıklı çocuğu olabilir mi? Olabilir ancak akraba evliliği yapanlarda diğer evliliklere göre risk artmaktadır Aileleri yanıltan en önemli nokta, kendi aile ve çevrelerinde başkalarının yaptıkları akraba evliliklerinden sağlıklı çocuklar doğmasıdır Bu olay aileleri akraba evliliği yapmak üzere cesaretlendirmektedir Halbuki akraba evliliği her gebelikte rahatsız çocuk anlamına gelmemektedir Akraba evliliği yapan bazı aileler sağlıklı çocuk sahibi olabilirken diğerlerinde rahatsız çocuklar olabilir Ailenin daha önceki gebeliklerinden sağlıklı çocukları olması daha sonraki gebeliklerdeki risk olmadığını göstermeyeceği gibi, daha önce hasta çocukları olması sağlıklı çocuklarının olmayacağını da göstermez Akraba evliliği düşünen veya evli olan ve çocuk sahibi olmak isteyen akraba evlilerine önerilebilecek bir husus vardır Genetik danışmanlık almaları gerekir Konunun uzmanı olan kişiler tarafından mümkün olduğunca gerilere gidilerek bireylerin SOYAĞAÇ ları çıkarılır ve doğuracakları çocuklarda olabilecek hastalıklar hakkında onlara ayrıntılı bilgiler verilir Kaynak: http://www.forumlord.net/misafir-soru-ve-cevaplari/65225-akraba-evliliklerinden-dogabilecek-cocuklar-acisindan-bu-tur-evliliklerin-sakincali-yonleri.html#ixzz2RenfuZIf

Gecmisten Gunumuze Demokrasi

geçmişten günümüze demokrasinin gelişimi Demokrasi sözcüğü Yunancadan gelir. Eski Yunancada “demos’ halk ‘kratos’ iktidar ya da egemenlik anlamında kullanılırdı. Buna göre demokrasi halkın egemenliğini ifade eder. Demokrasinin ilk ortaya çıktığı ülke eski Yunanistan’dır. Demokrasinin günümüze kadar gelişmesini etkileyen önemli unsurlar şunlardır: M.Ö. 450: Atina’da Aristo Eflatun ve Sokrates gibi düşünürlerin düşünce olarak katkıda bulundukları bir çeşit yönetim sistemi siyasi tarihteki yerini aldı. Site” denilen şehir devletle*rce kadınlar ve köleler site halkının dışında kabul ediliyordu. Yetişkin erkeklerin halk meclisinde konuşma ve oy kullanma hakkı vardı. 375:Roma İmparatorluğunda yurttaştık ve insan haklan kavramı gelişme gösterdi. 1215: İngiltere’de Kral I. John’un im*zaladığı Magna Carta kralın yetkilerini sınırlarken halka da bazı hak ve özgürlükler tanıyordu. Magna Carta ile kralın sınırsız yetkilerine son verildi. Kimsenin yargılanmadan cezalandırılmayacağı ilkesi getirildi. 1450: Alman Johann Gutenberg mo*dern matbaayı geliştirdi. Matbaanın geliştirilme*siyle birlikte insanlar duygu düşünce ve bilgileri*ni birbirleriyle paylaşmaya başladı. Bu da de*mokratik hak ve talepleri hızlandırdı. Matbaanın geliştirilmesi Avrupa’da Rönesans ve Reform ha*reketlerinin başlamasına neden oldu. 1750: Avrupa aydınlanma felsefesiyle anayasal demokrasinin düşünce temelleri atıldı. Montesqieu (Monteskiyo) güçler ayrılığını savu*nuyordu. Jean Jacgues Rousseau (Jan Jak Russo) “özgürlük eşitlik ve kardeşlik” sloganıyla 1762 – 1763 yıllarında “Toplumsal Sözleşme”yi yazdı. John Locke (Con Luk) ise yaşama hakkı özel mülkiyet hakkı gibi insanların sahip olması gereken belirli özgürlükleri savundu. 1776: Virginia Haklar Bildirgesi’nde ya*şam hürriyet ve mülkiyet haklarıyla beraber mutluluğu arama hakkından söz edildi. 1789: 1789 yılında Fransa halkı krala kar*şı ayaklandı. Bunun sonucunda Fransız İnsan Bildirgesi yayımlandı. Bu bil*diri temel insan haklarını “hürriyet mülkiyet gü*venlik ve zulme direnme” olarak tespit etmektedir. Eşitlik özgürlük ve adalet düşüncesinin kitleler tarafından telaffuz edildiği ilk siyasal örnektir. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirge*si yalnızca Fransızlar için değil bütün insanlar için geçerli olan bir bildirgedir. Bu yüzden evrensel niteliktedir. 1877: İlk Türk Meclisi Mebuslar Meclisi (Genel Meclis) adı altında ve iki meclisli olarak 20 Mart 1877 tarihinde çalışmalarına başladı. 1920: 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara‘da egemenliğin millete ait olduğu ilk meclis kuruldu. Yurdumuzun değişik bölgelerinden gelen millet*vekilleri burada çalışmaya başladı. 1945: II- Dünya Savaşı’nın sonuçlarını gören devletler sürekli barışın sağlanması için bir araya gelerek Birleşmiş Milletler örgütünü kurdu ve 1945 yılında Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalandı. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin 11 Aralık 1946 tarihli ilk oturumunda içinde insan haklarının yer alacağı bir belge ha*zırlanması amacıyla Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu oluşturuldu. Komisyonda ha*zırlanan taslak 10 Aralık 1948 tarihinde genel ku*rul tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olarak kabul ve ilan edildi. Bildirge insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı sağlamak ve geliştirmek yolunda atılan ilk adımdır. 1989: Almanya’da bulunan Berlin duvarı*nın yıkılması ve Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa ülkelerinin dağılması bu ülkelerde demokrasinin yayılmasına zemin hazırladı. 1995: İnternet kullanımı yaygınlaştı. İn*ternet kullanımının yaygınlaşmasıyla dünya üzerinde insanların birbirleriyle iletişimi arttı ve fikirle*rin tüm dünyaya daha hızlı bir şekilde yayılması sağlandı. 2000: Dünyadaki 192 ülkeden seçimle iş başına gelen demokratik ülke sayısı 120′ye ulaş*tı. Bu rakam dünya nüfusunun yaklaşık %60′ına denk gelmektedir.

Insanlarda Yaygin Gorulen Kalitsal Hastaliklar

İnsanlarda Yaygın Görülen Kalıtsal Hastalıklar HEMOFİLİ Bozuk genlerin bir araya gelmesiyle kanın pıhtılaşmaması şeklinde ortaya çıkan hastalıktır.Aile içi birleşmeler sonucu olduğu yanlış yere sanılmış olan bu hastalık ,özellikle kuşaklar boyu Avrupa krallık sülalerini kasıp kavurduğun , çok ünlüdür.Kurban,hemenher zaman bir erkektir ve hastalık bütün erkeklere “taşıyıcı” olarak adlandırılan annelerinden geçer.Günümüzde bu hastalığın görüldüğü birkaç kadın,hem hemofilili bir babaya,hem de taşıyıcı bir anneye sahip olma şansızlığına uğratmıştır.Hemofili çok ender görülen bir hastalık olduğundan,son olarak sözü edilen durum son derece ender bir durumdur.Pek çok ailenin durumu uzun yıllar boyunca açıklık kazanmaz.Ailelerin çoğu için ilk taşıyıcılar konusundaki klinik detaylar eksiktir ve unutulmuştur.Fakat kraliyet aileleri söz konusu olduğunda durum değişir.7 nisan 1853′te ,kloroform kullanılarak yapılan doğum da,kraliçe Viktorya’nın hemofili taşıdığını ortaya koyuyordu.Kanın mekanizmasındaki bozukluğa yol sakat geni,X kromozomunu taşır;bu,”cinsiyete bağlı karakteristik ” adıyla bilinen durumdur.Cinsiyet kromozomları insanın cinsiyetini tayin eder .Fakat aynı zamanda ,cinsiyetten bağımsız olan renk körlüğü araları bitişik parmaklar ,kas sakatlıkları ve hemofili gibi karakteristikleri içeren genlere de sahiptirler.Erkek çocuk X kromozomunu hiçbir zaman babasından almayıp her zaman annesinden alır.Kadınlar da ise hastalık görülmez ,çünkü sadecedir kusurlu ,öbürüyse normal olan iki X vardır ;normal olan.yeterli pıhtılaştırıcı unsuru sağlar .Kadın,kız ve oğullarının her birine X kromozomlarından birini verecektir Çocuklar kusurlu olanı alabilecekleri gibi kusursuz olanı da alabilirler .Kızların taşıyıcı oğullarının hemofilili olma şansının yarı yarıya oluşu buradan gelmektedir.Durumun ilk olarak ortaya çıkmasına Leopold yol açtı;çok ufak tefek yaralar büyük kanamalara yol açıyordu ve vaftizi uzun süre geciktirildi. Leopold’un bütün çocukluğu çeşitli hastalıklarla dolu geçmişti ve yirmi altı yaşındayken bile annesi Avusturya yolcuğuna izin vermedi.Bu yolculuk,kraliçenin yazmış olduğu gibi,hem prensin sağlığını hem de onu merak etmekten kendi sağlığını tehlikeye sokacaktı .Bununla beraber üç yıl sonra evlenmesine izin verdi.Küçük bir kazanın sebebiyet verdiği büyük bir kanamadan öldüğünde Leopold un bir kızı vardı ve karısı erkek doğacak bir çocuğa gebeydi.Leopold un hastalığı kızına geçirmesinden önce(erkek çocuknormaldi ,kraliçe Viktorya ailelerinin “bu müthiş hastalığın pençesinde” olduğunu yazmasına sebep olan başka belirtilere de şahit olmuştu.Leopoldan on yıl önce doğan Alice ,1862′de evlenmişti.İki kız taşıyıcı,Leopold’un ölümünden on bir yıl önce üç yaşındayken,pencereden düşmesini sebebiyet verdiği kanamadan ölen oğlu dahemofililiydi.Şimdilik hemofiliye bir çara bulunamamıştır fakat pıhtılaştırıcı madde kısa bir süre etkili olmak üzere zerk edilebilir.Bu süre ancak bir gündür. Geçmişte kanama korkusu hastalıklı bir kimseye hiçbir şey yaptırılmamasına yol açardı.Günümüzde,hemofilli çocuklarla uğraşmak üzere özel alçak boyda ve pamuk doldurulmuş eşyalı çıkıntısız döşemeli ve yumuşak oyuncaklı kreşler vardır.Fakat aşırı korunmanın da ziyanlı olduğu belirtilmektedir.Günümüze kadar bir tedavisi bulunamamıştır.Ve dünyanın,Kraliçe Viktorya’nın”bildiklerimin en kötüsü”olarak adlandırdığı bu hastalıktan kurtulması için epey zamana ihtiyacı vardır. ALBİNİZİM “Gebe kaldı ve derisi kar gibi beyaz,gül gibi kırmızı saçları yün gibi beyaz ve uzun,güzel gözlü bir çocuk doğurdu”.sözü edilen çocuk,bir gemi yaparak Tufandan kurtulan Nuh’tur .Bu tasvir İsa’dan yüzyıl kadar önce yazılmış olan bir kutsal kitapta yer almaktadır(Enoch’un kitabı) .Belirtilen özellikler albino özellikleridir.Daha sonra ki dünya nüfusunu atası Nuh olduğuna göre albinoların sayısının çok daha fazla olması beklenirdi.Alginizim çekinik bir genin yol açması sebebiyle (doğal çekimin işe karışmadı düşünüldüğünde),dörtte birimizin albino olması gerekirdi.Oysaki albinizim çok daha az oranda ,fakat bütün ırklarda görülmektedir.Bir kusur olarak adlandırılabilir,çünkü pigment yokluğu gözlerin zayıf ve astigmat olmasına,güneşe tahammül edilmemesine yol açmaktadır.Ayrıca,her ne kadar Avrupalı albinolar sarışın ve açık tenli kişiler arasında fazla göze batmadan dolaşa biniyorsalar da durum zenciler,Japonlar ve kızıl dereliler için aynı değildir.Bildirilen oran, Avrupa için aşağı yukarı yirmi binde birdir.Ortalama olarak İngiltere’de2500 ABD ‘de 9000 albino vardır.Koyu renkli toplumlarda albinizim daha yaygındır.Nijerya da oran 3000′de birdir ve herhangi bir şehirde kolaylıkla seçilmektedir .Panamadaki bir kızıl dereli gurubunda (SanBlas)oran 132′de birdir.Çekinik albino geni Avrupalılarda 70′de bir oranında bulunmaktadır.Bir çocuğun albino olması için taşıyıcı(heterozigot)kimsenin bir başka taşıyıcıyla eşleşmesi gerekir. Hem ana hem de babanın albino olduğu durumlarda çocuklar kesin albino olur. Ana babanın birini albino olması sonucunda çocuk 70′te birimiz oranda taşıyıcı olur ve görünüşü normaldir.Ana babadan birini taşıyıcı olup olmadığı ancak albino bir çocuğun doğumuyla anlaşılabilir.Bir ailede daha önceden albino çocuk görülmüşse,bir başka çocuk görülme şansı 4′te bir oranındadır.Sonuç olarak da albinoların iki renkli olabileceğini ve melanin (saç ve deri dokucularındaki renk maddesi)eksikliğinin büyük bir olasılıkla tirozinaz enziminin yokluğundan ileri geldiği düşünülmektedir.Bu enzim,tiroksinin melaline dönüştüğü ilk evrede katalizör rolünü oynamaktadır.Gözün pembe oluşu pigment renginde değil pigment yokluğu nedeniyle kanın kırmızı renginin görülebilir olmasından ileri gelmektedir. Kuvvetli ışıktan albinoların gözleri çok zedelenir,bu nedenle koyu renk gözlük kullanırlar.Bedenleri Nuh peygamber gibi bembeyaz olanlar için bir çare bulunamamaktadır. HABSBURG DUDAĞI Dünyada binlerce burun,alın,çene şekli bir baba oğlun, bir ana oğlun ,bir babakızınkinin çok benzer oluşu dikkate değer.Bu biçimlerin tarifi çok güç fakat müşahedesi kolaydır.Baskerville ailesini sorguya çekerken,Sherloch Holmesportresini gördüğü bir ata ile torunu arasındaki benzerliğe hayret etmişti.Sonrada,hayalinde sakallarını kazıyarak ,ailenin kendini gizli tutan bir ferdini ortaya çıkarmıştı.Bu tür baskın bir aile karakteristiği, portrelerini yaptırmak için yeterince zengin ve asırlar boyu hüküm sürecek kadar kudretli olan HABSBURG sülalesinde görülür.HABSBURG dudağı her halde tek bir gene bağlıdır.Öne doğru bir çıkıntı yapan çirkin altdudağa ,dar bir çene ve çoğu zaman hafif açık bir ağız eşlik eder.İyi bir şan solarak,hiçbir gravürcü ve ressam ,zamanımızda da bu ağız şeklini güzelleştirme gitmemiştir. Bu dudağa sahip tarihi kişiler arasında imparator I.Maximilian(XV.yüzyılda doğan ), imparator V.Charles (XVI.yüzyıl),arşidük Albrecht ve İspanyaKralı XII.Alfonso vardır.Bu ender değişken,bir ailede dönüp dolaştığına ve sadece kusura sahip kişiler tarafından geçirildiğine göre ,tek bir baskın genin esiri olsa gerektir. Kalıtımla geçme şansı 50:50 olan bu kusura sahip kişilerin, çocuklarına da geçirme şansı aynı orandadır.Pek çoğumuzda HABSBURG dudağına benzer bir şey yoktur,fakat dille ilgili garip bir yetenek vardır.Bazı kimseler dillerini iki yandan ve yukarı doğru U şeklinde kıvırabilirler,bazıları kıvıramaz.Fakat son derece belirgindir.Bu karakteristiğin genetiği üzerinde fazla çalışılmamıştır ve her ne kadar daha uzağa tükürebilmeyi sağlıyorsa da,dili bu şekilde hareket ettirmenin ne işe yaradığı bilinmemektedir. RENK KÖRLÜĞÜ Genetik kalıtımla geçen bir başka anomalidir. Tam bir renk körlüğü enderdir. Sebep olan gen çekiniktir ve her iki cins de etkiler. Kısmi olan renk körlüğü otuz kişide birini etkiler. Cinsiyet genleriyle ilişkilidir ve kadından çok erkelerde yaygındır. Bütün istisnaları bir kenara iten temel kurallar vardır. Normal bir kadın renk körü bir erkekle evlendiğinde çocuklarının normal olması beklenir. Normal bir erkek renk körü bir kadınla evlendiğinde erkek çocuklar renk körü, kız çocuklar normal olacaktır. İlk durumun bir kuşak sonrası ele alındığında bu evliliğin normal kızları, babalarının renkkörlüğünün taşıyıcıları olacaktır. Dolayısıyla oğullarının yarısı renk körü, yarısı normalce kızlarının yarısı da kendileri gibi taşıyıcı olacaktır. Taşıyıcı kızlar renk körü erkeklerle evlendiğinde durum daha kötü olacaktır. Oğullarının yarısı renk körü ve kızlarının yarısı taşıyıcı olacak, buna karşı kızların geri kalan yüzde ellisi renk körü olacaktır. Nihayet renk körü bir kadın renk körü bir erkekle evlendiğinde bütün çocukları renk körü olacaktır.Hemofilde de olduğu gibi bütün bunlar X kromozomuna bağlıdır. Erkek çocuk tek Kromozomunu annesinden alır. Kızın iki X kromozomu vardır ve birinin anasından,öbürünü babasından alır. Babası renk körü olduğunda bir kız çocuğu onun kusuru X kromozomunu alacak, fakat annesinden de sağlam bir X kromozomsalmış olacaktır. Biri sağlam biri kusurlu X kromozomlarının sonucu normal görüş, fakat taşıyıcılıktır. Oğullarının yarısı kusurlu X kromozomunu, yarısı sağlam olacak,böylece yarısı renk körü yarısı normal olacaktır. Birkaç istisna dışında renk körlüğü kalıtımının mekanizması budur.Renk körlüğünün görülüş oranı ırklara göre değişir. Avrupalılarda çok sık görülmesine karşılık, örneğin Eskimo ve Avustralya yerlilerinde enderdir. Yine doğal seçimin işe karışarak, daha ilkel toplumlarda renk körlerinin yaşamasını güçleştirdiği varsayılır.Avrupa’da erkeklerin %7 ‘si ve kadınların %0,5 ‘i ya renk körü ya da renk görüşleri zayıf olan kişilerdir. Bir bütün olarak renk körlüğünün daha az olduğu toplumlarda,kadınlardaki renk körlüğü oranı erkeklerinkinin çok ufak bir kesridir.Bütün bunlara ek olarak da, hem hemofili hem de renk körlüğünü Y ‘ye değil de Kromozomuna bağlı oluşan bir tesadüf sonucu olmadığını söyleyebiliriz. Bu ikisi gibi cinsiyete bağlı hemen bütün özelikler X kromozomuna bağlıdır. Sebep açıktır:X Kromozomu geniştir ve genler için yer boldur. Erkeklere özgü Y kromozomu ise daha küçüktür. Erkeklik dışında Y kromozomuna bağlı tel özellik vardır, bu da tüylü kulak uçlarıdır. Genlerin karmaşık dünyasının bir kromozom üzerinde böylesine konularda belirlenmiş olması tuhaf görülebilir. TAT ALMA, TAT ALAMAMA 1931 ‘den bu yana genetik ilminin ilgisini çeken bir kimyasal bileşimler grubu vardır;bunlarda; bazı kimseler bir tat bulmakta, bazıları ise hiçbir tat alamamaktadır. Bu bileşimler phenylt hiocarbamine vephenylthioure gibi maddeler kapsarlar. P.T.C. gibi önemsiz bir kimyasal maddede tat bulma garip bir karakteristik, fakat her şeyden önce kalıtımla geçen bir vasıftır. Anne ve baba tat alamayan olmasında çocuk da tat almayan olacaktır. Ana ve babanın birinin tat alamayan olduğu durumda çocuğun tat alan olması daha yakın bir ihtimaldir. Babalık davalarında pratik bir önem taşıyan durum, mavi göz, kahverengi göz konusu değildir. Mavi göz de, tat almama da çekinik karakterlerdir. İkisi de kalıtımla geçen bir gen çiftine bağlıdır, fakat her ikisinde de durum başka genlerin etkisiyle karmaşıklaşabilir.Avrupalı ve Kuzey Amerikalıların %70 kadarı P.T.C ‘yi tadabilir. Araplar %63 ve Avustralya yerlileri %51 ‘le bu konuda daha az yetenekli ise de; Çinliler %90 ‘danfazla, zenciler %95 ve Amerikalı Kızılderililer %98 ‘le, çok daha fazla yeteneklidir.İnsanlar konusundaki bir tartışma daima söz edilmesi gereken hayvanlar arasında daprimatlar tat alır görünmektedir. Bulgular kesin değildir. Fakat İngiliz hayvanat bahçesindeki yirmi sekiz maymundan yirmisi yüzlerini buruşturmak gibi yollarla P.T.C ‘nin acı, nahoş tadın aldıklarını göstermişlerdir. Bu yetenek acaba neden vardır ve neden tür ve ırklar arasındaki fark görülmektedir? Tiroit bezlerinin hastalığı veya guatr ile tat alma arasındaki bağ olmasıdır. Bu hastalığın görüldüğü kimselerin tat almama ihtimali daha yüksektir.Bu hastalıkla tat alma arasındaki bağ, hemofili hikayesindeki gibi zorlayıcı değildir,fakat her iki durum da genetik araştırmaları açısından çok değerli materyallerdir. Herikisi de izlenebilmekte, hiçbirinin etkisi diğer genler tarafından anlaşılmaz hale getirilmemekte ve her ikisi de açıkça kalıtımla geçmektedir. Bunlar ve Habsburgdu dağı, renk körlüğü gibi diğer karakteristiklerin tümü de, genetik, ilminin genel bilgisine katkıda bulunmuştur. Bunların her biri genetikçilerin dört elle sarılması gereken kırıntılardır.Her bir yeni hayatın yaratılmasında akmaya başlayan kalıtım nehri, ayrıntılı bir inceleme için çok büyük, çok bulanıktır ve ancak zaman zaman elegeçen kırıntılar incelenebilir. SAÇ DÖKÜLMESİ Zamanla ilerleyen saç dökülmesi kellikle sonuçlanır. Yıllar geçtikçe insan yaşlanır;yaşlanmaya koşut olarak saçlar da zayıflar ve seyrekleşir. Dökülme büyük olasılıkla saçlı deriye gelen kan akımının ve besleyici maddelerin azalmasına bağlıdır. Saçların dökülmesinin tipik bir ilerleyişi vardır. Şakaklardan başlar, ardından tepeye ayrılır,bazen alın üstünde bir tutam saç kalacak biçimde sürer ve sonunda yalnızca ensenin üstünde yarım taç gibi bir kulaktan öbürüne uzanan saç kalır. Yaşın ilerlemesiyle ortaya çıkan ve fizyolojik bir olgu kabul edilen saç dökülmesi, yapısal ve kalıtsal olduğu söylenebilir. Çoğunlukla erkeklerde görülür. Fakat hemofili veya renkkörlüğü gibi cinsiyet genine bağlı değildir. Erkeklerde kadınlardan çok görülmesi,cinsiyete bağlı olduğunu belirtmez. Saçı dökülmüş bir erkek bu karakteristiği oğullarının yarısı kadarına geçirecektir. Fakat konu istisnalarla doludur. Ayrıca saç dökülmesinin başlıca iki farklı tipi olduğu sanılmaktadır. Bunlardan birinde saçlar otuz yaştan önce seyrekleşmeye başlamaktadır. Öbüründe ise saçlar daha geç dökülmektedir.Başlangıçtaki, saçı dökük-dökük değil ayrımındaki basitlik saç dökülmesini başlama yaşı çekiniklik karakteri erkek hormonlarıyla ilişkisi yaşlılıkla bağlantısı ve kalıtımla geçişinden birden fazla genin rol oynamasıyla karışmaktadır. Basitlik, yerini bir karışıklığa bırakır ve bu sebepten çocuğun saçları konusunda tahminler yürütmekten kaçınır. Bununla birlikte erken başlayıp ilerleyen saç dökülmesi baskın bir genin işe karıştığı düşüncesini uyandırmaktadır. Sadece erkeklerde baskın olduğundan,erkenden saçlarını kaybeden kimsenin oğullarının yarısından aynı hal görünecek,fakat kızlar için bu durum söz konusu olmayacaktır. Gelecek kuşaklarda ise bu kız ve oğulların yarısı, kendi oğullarının yarısının saçlarının erken dökülmesine neden olacaktır.